Gözler gurbette ama çözüm evde

Yıllardır yerinde sayan dünya mal ticareti bu yıl yüzde 2,5 düşerek 18 trilyon doların biraz üzerinde tutunacak. Oysaki yakın bir tarihe kadar, 2023 yılında 35 trilyon dolara ulaşacağı varsayılıyordu. Nobel ödüllü iktisatçıların, dünya halklarına refah vaadiyle yola çıkarak sermayenin, malın ve işgücünün serbestçe dolaşımını şart koşan küreselleşme nosyonunu parlattığı 2000’li yılların başında, liberalizasyonun dünyadaki siyasi ve ekonomik dengeleri bu ölçüde bozacağı tahmin edilememişti. Ulus devlet-sermaye çatışmasını ya da Doğu-Batı çekişmesini bu ölçüde keskinleştireceği öngörülememişti. 

Ne küreselleşmede yaşanan başarısızlık ne terbiye edilmeye çalışılan ülkelere uygulanan yaptırımlar, ne de Brexit’in veya zemini giderek güçlenen korumacı politikaların ortaya çıkardığı belirsizlikler, dünya ticaretindeki bu sıkışmışlığı açıklamaya yeterli olabilir. Ticareti sınırlayan esasen güç mücadelesidir, bu alandaki savaşın temelinde teknoloji geliştirme, ona hâkim olma ve onu koruma kaygısı vardır demek de eksik kalır. Bilginin, bilgi üretme ve ondan faydalanma yöntemlerinin çok daha hızlı ve geri döndürülemez biçimde yaygınlaştığı gözden kaçar. Her gün yenileri ile karşılaştığımız paradoksal gelişmeleri anlamlandırmak zorlaşır. 

Küresel yatırımcı için eve dönüş zamanı mı?

Sermaye ihraç edegelen Batı, gümrük duvarlarını yükselterek bir yandan kendi küresel yatırımcılarını eve çağırırken, diğer taraftan iç pazarının büyüklüğüne güvenerek bu konjonktürde bile yabancı yatırım çekmeyi düşünebiliyor. İçeride istihdamı ve üretimi artırmak kadar, yarım yamalak küreselleşme sayesinde dünyanın üretim üssüne dönüşmüş bulunan Doğu’da zaaf yaratmayı amaçlıyor. Beyin göçüyle teknolojide liderliğe yükselenler, göçe ve göçmene karşı tutumlarıyla sivriliyor, serbestçe dolaşacağı inancıyla kendi ülkelerindeki sanayinin tasfiye oluşuna sessiz kalan işgücünü mülteciye çeviriyor. Siyasete ve ekonomiye bütün ağırlığıyla çökmekte olan kaosun neye gebe olduğunu, sonrasından nasıl bir uzlaşma ya da düzen umulduğunu kestirmek kolay değil. 

Tespit edilmesi gereken bir başka durum, küresel üretimin dış ticaretten fazla geliştiğidir. Bütün ülkeler üretim alanlarını güçlendirmek ve dışa bağımlı alanlarını azaltmak zorundalar. Geçtiğimiz yıl küresel ihracatı yüzde 54 artan tarım makineleri, bu pekiştirmenin sadece sanayide olmadığının ve olamayacağının en güzel örneği. Sosyal maliyetlerin ulusal ekonomiler ve yönetimler üzerindeki baskısı, yerlileşme ve yerelleşmeyi kaçınılmaz hale getirdi. Küresel şirketlerin lokal ortaklıkları ve yatırımları üzerinden yerelleşeceği, bir başka deyişle hanım-köylü olacağı bir dönem geliyor. Bölgesel işbirliklerinin yerini ikili STA’lar alıyor, devletler içe dönüyorlar. Bir taraftan da kural tanımayan bilişim şirketlerini geri kalmış hukuklarıyla zaptı rapt altına almaya çalışıyorlar.

Dünya mal ticareti 5.925 ürün üzerinden yapılıyor. İlk 1.000 ürün küresel ithalattan yüzde 84 pay alıyor. Dış ticaretten sorumlu kuruluşların stratejik analizleri Türkiye’nin ilk 1.000 üründen 285’inde rekabet avantajına sahip olduğunu gösteriyor. Bir ürünün bir ülkenin ihracatı içindeki payı ile o ürünün dünya ithalatı içindeki payını mukayese ederek rekabet kabiliyetini belirleyen Açıklanmış Mukayeseli Üstünlükler (RCA) yöntemine göre, en üstün olduğumuz 285 kalem içinde 29 ürün ile makineler birinci sırada geliyor. Makinelerin ardından 21 ürün ile elektrikli makineler ve elektronik gelirken, onları plastikler, kara taşıtları ve demir-çelik izliyor.

Sektörümüzün rekabet gücü güven unsuru

Verilerle de ortaya koyulduğu üzere, Türkiye’nin makinecilerinin ülkenin bütün stratejik planlarında öncelikli kılınması kaçınılmaz bir durum. Dünya mal ticaretinin en büyük kaleminin, yüzde 13 payla makineler olması, yani en çok döviz getirebileceğimiz alanın makine imalatı olması, elbette bir sebep. Makine dış ticaretinden son 10 yılda 153 milyar dolar açık vermiş olmamız da önemli. Kendi üretim teknolojilerimizi geliştirmedikçe sanayimizin dışa bağımlı olacağı, sanayicilerimizin teknolojiyi geliştiren ülkelerin sanayicileri ile rekabet edemeyeceği de bir vaka. G7 üyelerinin ilk üç ihracat kalemi içinde makinenin ilk iki sırada oluşu da geçerli bir ikna unsuru. Fakat kararlılık esasen, Türkiye’de makine sektörünün ulaşmış olduğu rekabetçiliğin verdiği güvene dayanıyor. 

Bu durum, makine sektörünün kendi İhracatçı Birliğini kurduğu 2002’den bu yana sağladığı artışı bilenler veya takip edenler için hiç şaşırtıcı değil. 1,7 milyar dolardan 17 milyar dolara yükselen makine ihracatımız, senelik yüzde 15 ortalamayla artıyor. Dünya makine ihracatının aynı dönemde ancak 2 misli artabilmiş oluşu, bu başarımızı emsalsiz kılıyor. Öte taraftan, Türkiye’nin toplam ihracatının 4,5 kat arttığı aynı dönemde sağlanan 9 katlık artış, sektörümüzün diğer sanayi dallarımızdan çok daha rekabetçi olduğunu gösteriyor.

Alıcılar ya da kullanıcılar tarafına bakıldığında bu gerçeği pekiştiren pek çok veri var. Dünyanın en büyük makine ithalatçısı ABD, senede 400 milyar dolarlık makine alıyor. Türkiye’den yaptığı ithalatta makineler yüzde 16 ile birinci sırada geliyor. Dünyanın ikinci büyük makine ihracatçısı Almanya ise senede 165 milyar dolarlık makine ithal ediyor. Türkiye’den yaptığı ithalatın içinde makineler yüzde 16 ile yine birinci sırada. Birinci pazarımız Almanya, ikinci pazarımız ABD, senede bizden 4 Milyar dolarlık makine ithal ediyor; hem de en pahalılarını tercih ediyor. Ortalamanın 2 mislini aşan ihraç fiyatlarımız, sektörümüzün marka gücüyle birlikte sattığımız makinelerin teknolojik değerinin de hızla arttığını gösteriyor. Gurbetten gelen memnun edici haberlerin rehavetine kapılıp kendi evimizdeki sorunları görmezden gelmememiz, aksine doğru teşhisler koyarak hızla çözmemiz gerekiyor. 

“Yeniden Sanayileşme” bir zorunluluğun küreselleşmesinin sonucu

Türkiye artık toplam ihracatının yüzde 10’dan fazlasını orta-yüksek teknolojili alan olarak tanımlanan makine imalatından yapıyor. En fazla sayıda Ar-Ge merkezi de makine imalatçılarında bulunuyor. 

Türkiye’nin Makinecileri olarak, biz ileri ülkelerde olduğu gibi bu payı yüzde 15’in üzerine çıkarmak ve makineyi en büyük iki ihracat kalemi içine yerleştirmeyi hedefliyoruz. Bunun için de ölçek ve verimlilik sorunlarının aşılması gerektiğine inanıyoruz. İç pazarda niteliğin, nicelikten önce geleceği, katı piyasa denetimi ve gözetimi uygulamaları neticesinde Ar-Ge ve inovasyonun güvenceye alınacağı, kayıt dışı ile amansızca mücadele edilerek haksız rekabetin önüne geçileceği bir yatırım ve faaliyet ortamına ihtiyaç duyuyoruz. Sektörümüzün niş alanlarda teknoloji geliştirmek için bütün dünyada olduğu gibi KOBİ yapısında kalması gereği anlaşılmalı, bu zorunluluk ne algıda bir zaaf ne de koruma ve kollamada bir eksiklik yaratmalıdır. Türkiye sanayiinin rekabetçiliğinin, makine sektörünün rekabetçiliği ölçüsünde gelişeceği akıldan çıkarılmamalıdır.

Devletin “yeniden sanayileşme” başlığı altında hayata geçireceğini açıkladığı bütün stratejilerde makine imalat sektörüne verdiği önem ve önceliğin bir zorunluluk olduğu topluma iyi anlatılmalıdır.